ucube

 'hayat çok kısa' cümlesi hayatın ne kadar kısa olduğunu ifade etmek için çok kısa. Erkin koray ölecek, İlhan İrem öldü, Sezen Aksu ölecek, Ahmet Kaya öldü. oysa o kadar yakın zamanda tazecikti ömürleri hepsinin. ben dün 12 yaşımdaydım bugün 31.

Tarihçiler, modacılar, yaşamın yılmaz savunucuları yüzyılları onluk dönemlere ayırarak, bölerek, 20'ler 30'lar 90'lar... zamanın akışına haddi olmayan bir doygunluk atfediyorlar.  oysa zaman onluk dilimlere ayrılamayacak kadar hızlı ve bütün. ben tüm bu onluk dilimlerin sözde ağırlığına aldanarak yaşlılardan beylik laflar bekler halde buldum kendimi gençliğim boyunca ama onlar sessizce ölüverdiler. çünkü en fazla darbe yiyeni bile hepitopu 80 yılcık devirmişti.

yaşamak bu gezegenin kendi boyutlarına has bir oyunu. zorundalık taşıyan ucube bir oyun.

Kasvet

gözlerinle gülümsedin yalandan,
eski moda bir kasveti güncelleyip içimde.

Fellah

Taradı saçlarını kirli fellah tarlaların,
Çıkmaza girmiş bir oyun gibi
Kabul edilmiş mağduriyeti,
Hastalıklı infazların.

Kurumsal İntihar

Metro ekranında hızlandırılmış yemek tarifini ciddi gözlerle pür dikkat izleyen kadınla; inşaat izlencesine benliğini kaptırmış dayı arasındaki bağlantıda buldum işleyişin şifresini.

ve fark ettim:

çözümlerin durumsallaşması,
intiharların kurumsallaşması gerek.

tümü tümü

Küçük kıvılcımlardan kazara yangınlar evirmiş bir telaştı, tümü tümü. Uykuya düşünce mırıltıyla sönüveren. İstedim ki akmasın gözünün karası; bir icada yahut keşfe dönüşmesin savaşının nesnesi. Fakat öyle durur ki, istemekten bir fazlası her vakit, ferahlığın şu taze kanı.

Değişiyorum

Yine menekşelendik bu akşamüstü. Bi' ilaç yazdı hekim bey, menekşelenirsen bunu al. Siren miren rastgele bi' muhabbet iğdelerin ardından, taklidi zor. Pejo minibüs geri çekti şimdi akşam güneşinden faydalancak. Taş taş üstünde böbreklerin payını veresiye defterine işledik. Çekirdek kabukları boş şişeler siyah poşetler yaz rüzgarı dairesi sit alanları müdürlüğü ıslak toprak şube çalışanları tarafından mesailere katılcak. Orhan abi de Metin abinin hatrına bi' bira yazmicak. Aha geliyo Metin abi. O değilmiş Orhan abi. Gömülü kapak, mahur beste, kısıtlı kaynak. Rengi sarıya çalan güneşe nazır yabani yeşillik. Metro geçti, güneş düştü, menekşelendik bu akşam...

Güneş değil, güneşe nazır yabani yeşillik rengi sarıya çalan.

Kahveler

Yürüyüşünde keşfedilmemiş bir ritim vardı. İki yanı düz taşın üzerine dikçe yüzü yerleşik taşın üstüne oturmuş, ileri geri sallanıyordu şimdi. Sabır çekiyor seyiren gözleri.

Bir metro, ne yakın ne uzak, fon müziği havasında dalgalanıyor, mekanik akışa işaret gürültüsü mayıs rüzgarının dirençli üfürtüsünde kayboluyordu. Mayısın 23ü.

Burası gri, yeşil, kahve renkli bir otoyol kenarı. Yarısı taş, taşımsı; yarısı Doblo griler. Yarısı ağaç, yarısı ot yeşiller. Ve hareket halinde kah içen, kah işeyen kahveler. Silme soluk, kaçak renkler.

Dünya üzerinde bu renkleri taşıyan futbol takımı yoksa sebebi onlar.

Esaret

Kadının seks sırasında yaşadığı, esaretin ince hazzıdır. Neticesinde üreyegelecek bir çocuk da, aksi biçimde boyun eğilecek erkeksi tavır da, esaretin izidir ve haz doludur.

Nöbet

Kimsenin kimseyi anladığı yok. 2015 olmuş hala saymaya devam ediyorlar. Oyundan sıkılmıyorlar. Bu sayma oyunu, kendini ve her şeyi çevrelediğinden beri telaşın can yakmaya başladığını görmüyorlar. Telaş var. Olduğundan büyük ya da küçük hissettiğindeki telaş. Hacim telaşı. Kutup ayıları, ormanlar, sigara, egsozda; kertenkelelerin hızlı adımlarında telaş. Bas bas bağırıyor, tarihi yazın, hafızayı büyütün, alanı genişletin ve daraltın, beyin bağırıyor.

Kalkıp koridoru başından sonuna koşuyorum. Alnımdan duman çıkıyor, kafamı buzluğa sokuyorum. Benden başka kimse yok. Benden başka kimse yok ve ben, benden başka herkesle olmak istiyorum. Koridor çok dar. Koridoru genişletin ve daraltın.

Artık şu çarşafı biri gersin, köşelerine simetri versin, bu oyun eksik kaldı, bu da oynansın ve biri beni, ben fark etmeden öldürsün. Fark edersem çok üzülürüm. Son seramonimde bari hüzün olmasın.

İşe yaramayan birini bulun, beni o öldürsün. Bir işe yaramış olsun. Bir işe yaramışlığın ağırlığına dayanamasın ve bir başka işe yaramaz da onu öldürsün. Bu sayma oyunu burda sona ersin. Döngüsellikten nefret ediyorum. Terimi içecek kadar bunaldım, artık çember çizmeyi bırakın. Çemberi genişletin ve bir noktaya dönüşünceye dek daraltın.

Ankaralılar & İtalyanlar (Afaki Bir Bakış)

Ölüme, yani/ya da, temsili olarak da olsa bizler için çirkini çağrıştıran birtakım güçlü olgulara karşı (elbette savaşım anlamında bir karşıtlık) nereden geldiğini pek anlamlandıramadığımız bir kuvvet ve dirayet sarar etrafımızı. Bu hissizlik yahut soğukkanlılık olarak yüzeyselleştirilmeye meyil gösteren bir mevzudur.

Korkunç bir kentin, görece/zorunluluktan, çok düşünen insanları olarak gördüğüm -kayda değer- bir grubun farkındalığına varmamızı sağlayan birtakım Ankaralılar da,

(dünya standartlarıyla kıyaslandığında) Berbat bir futbol estetiğinin sonucu olarak gelişmek zorunda kalmış efsanevi tribün kültürünü gözümüze gözümüze sokan İtalyanlar da, bu diyalektik sürecin sağlamasını tümevarım yoluyla gerçekleştirmekte ve gözlerimizde bütünlüğün, beraberliğin, tamamlanmışlığın getirdiği güven duygusuna dair bir ışık bırakmaktalar.

Bu bağlantı, üzerine düşünülmesi gereken bir bağlantıdır.

Evlat & Devlet

Erkek evlat yayılma politikası güder. Bir nevi devlet bozmasıdır, iktidar bazında. Yalandan bir gerçekliği, göstermelik bir gücü temsil eder durur. Bu tavrı yeniledikçe yeniler ve günden güne büyüdükçe büyür. Çükünün boyuna müteakip. O yüzden ki anne sevgisi karşılıksızlığa mahkum, o yüzden ki annelerin acı eşiği yüksektir. Salt bu çeşit bir içgüdüsel hareketin getirdiği annelik tanımı dahi, feminizmi alaşağı etmeye yeter de artar bile. Erkek evlat savaş, dişi evlat ise planlı pasivizmden beslenir.

Altın Oran

Evren, yuvarlanarak kendini sağlama alır. Çemberde eşitlik vardır. Köşelilikte ölüm ihtimallere bulaşır.

Depo

Geçmiş, ölümü maddelerde depolar. Öyle ki: duyduğun hikayelerin ardından, bir yok oluşa itibar etmek gelmez içinden.

Yapı

"Bir yapının içinde olmak, gerçekliği her anlamda bozar.
Bu yapı, bir evin odası da olabilir, bir görüş de."

Çocuk

Dudakları gereğinden çok mucuklaşıyordu. Konuşurken saçlarını mütemadiyen geri atıyor, ıslak bırakmakta bir haz buluyor ve kimse görmezken dahi burnunu kurcalamaktan imtina ediyordu.

Olumlanabilir saklı oyunlar oynayarak zararsız gerçekliğini toplumsallaştırmayı bilmiyor, yere tükürdüğü vakit çevre kirlenir sanıyordu.


Bir ağacın gövdesine çakıyla hatıra bırakmak ve adamın birini göğsünden bıçaklamak arasında onun için fark yoktu. kendine hem insancı hem de çevreci diyordu...

Acilen yaftaladık, adını koyduk: 93' doğumlu, geri zekalı, ailesinin salt çocuğu.

Arkadaş

Demokrasiden söz edenlerin dilinde tüy bitti. Anlatılabilecek türde şeyler değillerdi hiç. Dil yordamıyla en azından. Belgeseller olsun istiyorlardı, bir nesnellik adına. Kadınla ayrıldım, beynimle sikişiyorum, aylar geçti. Bir seviş düşün, saatlerce, sıfır orgazm. Aforizma sıçıyorum. Üretilen, kayda değer en ufak bir şey yok. Senaryo hak getire. Epilepsi ilaçları mı, akraba evliliği mi sebep, bilemiyorum. Üretmek için, zorda kalmak gerektiğini biliyorum. Dopamin diyor. Tetikleyici diyorum. Nöbet karikatürize edilmiş bir tetikleyici. Anlıyorsun ya. Yalnızlığıyla var olabilen birinin edebiyata ihtiyacı yoktur diyorum. Ne yapıyorsun, ya sen n'apıyorsun? diyorum. "Vallahi bir sik yapmıyorum, geçen hafta az daha intihar ediyordum nerdeyse amına koyim." diyor. Savaştayım diyorum. Yalnızlıktan korktuğum kadar Allah'tan korkmuyorum. "Çalışkanlık" diyor. "Spesifik bir şey mi oldu?" diyorum. Bildiğin rutinler diyor. Çile kısmı aynı tadı taşıyor. Birinin sınırı dille çizili, birinin ucu bucağı yok üstelik. "BAHANE" diye bağırıyor. Gülüyoruz beraber. "Güçsüzlük" diyerek savuşturuyorum bahaneleri, en baskın bahaneyle. "Ölsünler madem" diyor; "bahane böyle bir melanetse şayet." Kendimle başa çıkmamı öğütlüyor. "Bunu yapsan yeter!" diyor. Bunun zor olduğunu fakat gerçekleştiğindeyse insanların spontane şımarmalarımla başa çıkamadıklarını belirtiyorum. Terörizmden söz ediyorum, utanarak. Sayısal zeka mesela, hatta ve hatta. Allah gelsin dövüşelim istiyorum. Alabilirse kellemi alsın. Kendini öldürecek olursan, haberim olsun, ben de kendimi öldüreyim kıskançlıktan, 3-5 dakikalık zaman aşımına uğrar en fazla. İntihar edecek kadar güçlü bir arkadaşım olamaz çünkü benim diyorum, "niye lan?" sorusuna karşılık. "İntihar bu, en büyüğü, büyüklerin." Öyle ya. Umursamazlık! diye iş olsun diye bir yanıt veriyor. Bilmiyor ki ta kendisi umursamazlık, şu güce tapanların maddesi işte tam o. "Yan odaya geçmek, önceden daha kolaydı" diyor. Gülüyoruz yeniden. Bir şeyler yaratıldığını hissederek. Coşku, hayranlık, harika bir şey. Anlatamıyor ne olduğunu. Anlatamayacağın kadar güzelse, dilden güzel demektir en basitinden. "Hani biliyorsun ya, hepimiz aslında tek parçayız, katı cisimlerin zincirlerinden kopması..." diyor. ATOMLAR MOLEKÜLLER! diyorum. "Hippiler!" deyip gülüyor. Atmosferden söz ediyor. Aramayla bulunmuyor. Turizmin fakirleşmesi. Üçüncü defa gülüyoruz. Güçlü güçlü duygular havada kalıyor fakat memnunuz."Şanslıysan şayet, kendini adayacak bir şey bulursun" diyor. "Bir kabile, bir doğa, bir park yahut."

Arkadaşlarım

Tramvayda yer verilen adam olmadan, kurtulmalıyız bu sonuçsuz soytarılıktan... diyorum arkadaşlarıma. Ağdalı buluyorlar söylediğimi. Haklılar. Ben de olsam -utandığım için-söyleyebileceğim halde söyleyemediğimi ağdalı bulurdum. Onları seviyorum. Arkadaşlarım çünkü hepsi. Arkalarından konuşuyorum. Çünkü hiçbirini üzesim yok. Yanlarında konuşmak çok saçma. Hiçbir gerçekliğe uymuyor, onları üzecek cümleleri yanlarında söylemek. Bu yüzden var oldu komşuluk, bu sebepten beslenerek kendi kendini yaşatabildi insanlık, tarihin ahmaklığa düşmüş en karanlık zamanlarında. Seviyorum böylesini. Açı yapıyor kafan, fiziksel ve düşünsel olarak. Doksan derece sola/sağa yatıyor ve bir şeylere ılımlı yaklaşmak istediğini belirtiyor, görüntülerde kendini ustalıkla gizlemiş dipteki korkaklığına.

Bence böyle işliyor işler. İşleyiş galiba bizim tepeden tırnağa iflahımızı sikmek istiyor.

Kertenkele & Tedirginlik (1)

"Sarı-kırmızı-turuncu kertenkele gördüm; ürktüm. Türlü Tuborg, tombul Efes, Buzbağ, Cadde, İstanblue, Bazooka, Binboa ve hatta Smirnoff şişe ve tenekelerinin boş yattığı otoban kenarı, 3 yanı duvar bir yanı açık çöplükte.

Bir önlem, bir önlem... Yaşamak zul olmuş sürüngenin genlerine. Futbol topu fırlatıyor çocuklar, nasıl da kaçtı görmek için. Sürüngen temkinli, sürüngen şaşkın ve kim bilir gözleri ne görüyor... Her şey kulağında, tüm varlığı eklemleri... Gözleri büyük, işaret parmağımın kızıl kangren ucu kadar."

Göllere çakılan direkler

Hozan Beşir söylerken direkler sırayla düşer, gökyüzünde iklim değişir. Yağmur yerlerde ufak göller oluşturur. Göllere çakılan direkler düştükçe yan yana sıralanır. Güneş açar, şehrin elektriği kesilir. Kerestelerin kenarlarını kavrarken tırnaklar kırılır, göle sıralanır. Göl kurur; tırnak, direk ve yollara sıralı çamur kalır.

Büyük dert

"Tutunacak dalı kalmamak" deyimini ağaçlarda yaşayan atalarımızla bağdaştırıp, kendi kendine bir ufak sırıttı yolda yürürken. Ardından önce burnuna sonra kafasına götürdü elini. Çekineceği bir şey varmışçasına kimse görmeden bir an için karıştırdı rüzgarın etkisiyle kaşını kaşımaya başlayan, fazlalık bildiği saçlarını. Derdi büyüktü saçlarıyla. Abartılı aydınlatılmış aynalarla münasebetinde aklına düşen istikrarlı nefret listesinin bir numarası alnının haddinden fazla açık oluşuydu. Son berbere uğrayışında yetişeceği bir şehirlerarası otobüs ve bir aydır yıkanmamış bir vücudu vardı. Islak kafayla fark edilemeyince kesimin alelaceleliği, ünlü ve soytarı bir popçununkine epey benzedi saçlarının alnına düşen kısmı. O günlerde, zorunda kalmadıkça arabaların camlarına bakmamaya karar verdi. Asansörlerde kapıyı seyrediyor, ancak ışığı kapalı ekranlara kaçamak bakışlar atabiliyordu.

Alışveriş merkezinin önünden geçerken vizyondaki filmlere takıldı gözü. Haftada bir doz aksiyon, iki doz doğaüstü güç almaksızın yaşayamayan sinefillerin alışveriş merkezleriyle barışık hallerine imrendi. İnsanların en çok arzuladığı doğaüstü güçlerin görünmezlik ve akıl okumak oluşu, canlının doğanın işleyişine karşı tutumuyla örtüşen bir durum diye düşündü. Doğaüstü güç fikrinden beslenen filmlerin tutuyor oluşu da bu tarz bir fetişle bağdaştırılabilirdi elbet. Amaçsız bir gezintinin en keyifli yanı alakasız görünen olguları birbirleriyle bağdaştırmaktı onun için. Akıl okumak ve görünmezliği arzulayan insanın problemi ölüm korkusuydu. Korkunun form değiştirmesi, saklanması ya da örtülenişiydi; saldırılara karşı korunaklı olabilmek, temelde basitçe genlerin hayatta kalma sorunuydu hepsi hepsi.

Database oluşturan, serverlarda insanlığa dair sayısız bilgi barındıran, tarih bilimiyle ilgilenen ve geleceğe dair merakları olan, bilgisayarları üstün bir çabayla sürekli kompleks bir bilince sahip olmaları için eğitip geliştiren, dinleri ve kavramları icat eden, evrenin sınırlarıyla ilgilenen insanlığın türlü kılıflarla mantıksal açıklamalar yaratıp normalize ettiği tüm bu eylemler her daim genlerin kontrolündeydi. Bilinç yoluyla gerçekleştirilmiş olmaları onların salt bilinç çıkışlı tasarımlar olduklarını ispatlamaya yetmiyordu. Bilinçaltı dedikleri ise içgüdülerimizin emrine amade bir hizmetçiden başka hiçbir şey değildi.

Çağrışımlarla yetişiyordu anlam, türlü sorunun tek bir cevapla ötelenebilmesi genellikle hataya düşürdüğü halde bu defa tıkır tıkır işliyordu. Sevilmeyen popçu saçlarını bir kez daha karıştırıp, tekele dalmadan evvel son bir soruyla tüketti beynindeki glikozu... Aşk neydi peki? Aşk, tarihi canlıların tarihiyle kıyaslandığında sözü bile edilemeyecek kadar kısa olan kompleks bilincin, henüz bir çocuk oluşu sebebiyle mazur görülebilecek şımarıklıklarından, sapmalarından biriydi. Hava soğudu, bira alma fikriyle girdiği tekelde şarap sempatik geldi... Büyük bir şişe kırmızı Şirince'nin üzerine içilen bir kırmızı bira geceyi ve yoksunluğu bilincin dayatmacı evreninden çıkararak bir geceliğine yok etti.

Kime diyorum "Ben?"

Birine aşık olmak. İyi vakit geçirdiğin, sıkıntı duymadığın kahkahalı bir kalabalıkta olsan da bir yandan onu düşünmek. Alkolsüz anlarında dahi kısa süreli bir dargınlığın içini acıtabilmesi, sevişmediğin halde gerçek bir mutluluk hissi yaşatabilmesi...

Bir alt sebebe tabi olmaksızın salt formlarıyla hiçbir anlama denk düşmeyen bu işlerin içini doldurabilecek ölçüde kuvvetli biyolojik gerçeklik koca bir dünyayı parmağında oynatır. Fakat "%100 ben"e kendi ölümünün ardından bir daha asla sahip olamayacağını bilen kimseler, yakın gelecek için %50'yi vaadeden spermden birey var etme fikri konusunda genleriyle pazarlık edercesine "aşkın bir masal olduğu" savıyla ortaya çıkarlar. Genler bu pazarlığı sayısız yılca süregelmiş doğal işleyişin gerektirdiği üzere kabul edemez ve diğer %50'nin ait olduğu bir karşı cinsle birleşilip olabildiğince çok birey var edilmesi gerektiğini buyururlar. Bu asli amaç için örtülü biçimde kullandıkları yüzlerce yöntemden köklü ve en etkili olanı "aşk" ondan hiç aşağı kalır yanı olmayan düşünsel faaliyetlerin getirdiği kusurluluk haline ve bu halin yaratabileceği olası sapmalara karşı hormonal aktiviteler ve çağın tüm estetik araçlarını kullanarak fikri esir alma mevzusunda belirgin ve korkunç biçimde iş görmektedir. "%100 ben"e ulaşamadığı ve asla ulaşamayacağını bildiği için bir kadına kendi kadar aşık olamayan adam; genlerinin, ortalama 60 yıllık bir %100'dense yüzdesi nesiller sürdükçe düşecek ancak yaşayacağı yıl sayısı belirsiz halihazırda bir %50'nin oluşma ihtimalini bu denli diretmesinden, olanların tümünün hayatta kalması için açık yahut gizli biçimde planlanıyor oluşundan duyduğu rahatsızlık vesilesiyle, kendine karşı -derinden destekli- duyduğu hassasiyeti dahi bir kenara bıraktığında; aşk intihara her şeyden daha yakın hale gelir.

İntihar pazarlıksız bir biyolojik dayatmanın esiri olmayı reddeden insanın; oyunu -galibi olmaksızın sonlandırmak üzere sakladığı güçlü ve/fakat yararsız kozudur. Yağmur ormanlarında 100 yavru doğurup yalnızca 1'ini hayatta tutabilen yılanın, diğer 99 yavrusunun genleri adına intiharıyla, bireyin beyni adına intiharı arasında "bilinç" kayda değmeyecek kadar küçük bir farktır.

Sonradan gelen not: Kafam öyle kıyakmış ki o gün, tekrar okuyunca anladım, saçmalamışım büsbütün.

Bayrampaşa

Penceremiz otoparka bakar. En az 30 araba çeşit çeşit renklerde, vuruklu kırıklı, pasta cilalı, pitbull köpekli, 8-10 bin lira kiralı otopark, bilirsin. Karşıda 3-5 katlı dış cephesi türlü renklere boyalı garanti ki ufak bir depremde yerlere yatılı binalar. Tepelerinde Dolunay. Tümünden ayrı. Başlangıçlardan söz edelim dedi can sıkıntısı. Jamaican diyor mahallenin çocukları. Birileri ölmüş, bilmem kimin bilmem nesi şöyle böyle kalbi durup Hakk'ın rahmetine kavuşmuş. Dinleyip dinleyip ibret alıyor gençler. Gençler 15-16 yaşlarında. Duvarlara içli yazılar yazıyorlar. Şimdiden asker eğlencelerini planlamaya başlamış birçoğu. Davranışsal tutarlılıkta ise 25-26'lara kitlenmiş durumdalar. Okumak yok, adeta bir zaman kaybı, hayata geç başlamaya yol açan bir saçmalık. Anlamaya çalışmak gereksiz, fuzuli bir hareket Bayrampaşa'nın sokaklarında.

"Buraya çöp atanın..." yazılı duvarın dibine koyup 70'lik rakıyı, çöpmüş gibi gösteriyor göçmen sarı çocuk ki gelen geçen ayıplamasın "vay gündüz vakti rakı mı içiyor bizim oğlan?" tepkisiyle karşılaşmasın. Pratik ve direkt olarak çözüme yönelik tüm önlemler alınmış; alınmasa melanet, bir çeşit rezalet...

İnsanlar, sokaklarda gece yarıları olan biteni anlaşılır bulmaz ve toplu biçimde ayıplarken; gece yarıları sokaklarda olup bitenlerin kahramanları, insanların evlerinde yedikleri haltları nasıl kabul edilir ve racona uygun bulabilirlerdi? diye düşündüler. Aşk, var oluşu caddelere indiren tüm edebi  söylentileri, sokak edebiyatı diye söylenegelmiş evvelden beri zır zır zırıldanmış bütün gürültüleri alt sınıfa indirgemek görevini taşımak zorundaydı. Aşkın başka bir görevi yok gibiydi.

Bayrampaşa, anlaşılır bir kültürün, tavrın var oluşunu temsil etmek yerine çıkmaz sokakların imkansızlığını, çaresizliğini aktarabilirdi bu haliyle ancak.

Bir şiir diyorum.

"Bir şiir! diyorsun
Beyazdan söz eden.
Açığı çağrıştırıyor
Her anlamda açık...
Havayı, rengi, fikirleri
Temsil ediyor, anımsatıyor,
Davet ediyor;
Belki bir kadını bile."

Beyaz

Bir fikre tabi tüm organlar hep bir ağızdan söylüyorlar: Sadakat senin aşağılık kompleksin, senin bir orangutandan aşağı kalmana yol açan, yaşamsal faaliyetine sekte vuran, ferah bir varoluşa engel koyan cani. Sadakat senin en temelsiz sorumluluğun. Bir mantıkla bağdaştıramayacağın, doğal yollarla sağlamasını yapamayacağın; en düşük inancın, en aşağılık öğrenilmişliğin.

Uzak durmayı öğrenmelisin. Bir hareketleniş adına kişiliğini şekillendirmek, senin salt telafisiz yanlışındır.

Kara Yazı

"Beni daha çok sevin" dileğinin çocuklardaki temeli "olası bir seçim halinde beni yanınızda tutun çünkü ben yaşamak istiyorum"dur.

Yavaş giden arabada tekim, uzun yol gibi gidiyorum, ben sürüyorum ancak araba elli beşten yukarı basmıyor. Nasıl böyle öğrendim sürmeyi? diyorum kendime. Çünkü iyi sürüyorum. Dönmeyi, babamı çağırmayı, arabayı yolda bir yerlere park edip gitmeyi de düşünüyorum ama arabayı bu ıssız yerlerde bırakıp babama gitmekten alıkoyan yine babamdan korkum.

Hızlanmaz mı bu lanet Toyota? derken ayağımı frenden çekince hızlanıyor bir şeyler, hissediyorum. Ama çok da değil. Üstelik karşıdan da arabalar gelmeye başlıyor, hızlılar, hınzırlar. Yanımdan geçenler bile var, aman tanrım yol çift şeritli. Karşıdan gelenin bir tanesi, sollar gibi geliyor. Göz göre göre kafadan bana çarpıyor. Şimdi kaput paramparça.

Ne yapsam bilmiyorum. Adama küfrediyorum. Adam da bana. Yanında biri daha var, seçmek ne mümkün. Yüzünü, tavrını, bakışını... Bilemiyorum. Bildiğim ve bana çarpmasıyla ilgilendiğimin saçları dökük gibi. Orta yaşa yakınca, genç ve patlak gözleriyle çirkin olarak nitelenebilir gibi. Adam benle dalaşıyor, bak şu işe. İçimde korku, aşağılık kompleksimin yenmeye zorladığı korku. 2 kişiler, dayak kaçınılmaz gibi; ancak dövülmek pahasına sövmeliyim. Dayanılır gibi değil. Babamın arabası ve ben kaza yaptım, ötesinde ne kayda değebilir?

Derken yolun ortasından kenarına kontrafizik bir güçle sevk olmuş araç ve aracın içinde bana sövmekten gram düşüşe gitmemiş adam, emniyet kemeri bağlı, sıkışmış ve çözülemez halde. Açamıyor adam kemeri, veryansın ediyor, bağırmaya başlıyor...

Arabanın içindeyim, kemere sarılmış, kilidi çözmenin, Hugo'yu sevdiğine kavuşturmanın peşindeyim. Arabayı su basıyor. Nereden gelir bu su, nereye gider? Bir bilen çıksa ilk aksine giden kurban kesiyor. Kilidi çözmek üzereyim, sövücü boğulmak üzere. Kendini arka cama kavuşturuyor, arka cam açık yalnızca ve boynuna ulaşmış sudan kurtuluşu açık arka camın susuz bahara ulaşmasında. Kurtarıyorum adamı. Kurtuldu adam. Arkadaşının yüzü hala belirsiz. Kurtulduğu gibi özür ve teşekkür beklerken; kaldığı yerden devam ediyor sövüşlere. Sövüş ki ne sövüş. Ağza alınmayacak, düşmana söylenmeyecek bir sövüş. "Sen bekle burda!" deyip uzaklaşıyorum, yarım saniye ardına uyanıyorum.