Kime diyorum "Ben?"

Birine aşık olmak. İyi vakit geçirdiğin, sıkıntı duymadığın kahkahalı bir kalabalıkta olsan da bir yandan onu düşünmek. Alkolsüz anlarında dahi kısa süreli bir dargınlığın içini acıtabilmesi, sevişmediğin halde gerçek bir mutluluk hissi yaşatabilmesi...

Bir alt sebebe tabi olmaksızın salt formlarıyla hiçbir anlama denk düşmeyen bu işlerin içini doldurabilecek ölçüde kuvvetli biyolojik gerçeklik koca bir dünyayı parmağında oynatır. Fakat "%100 ben"e kendi ölümünün ardından bir daha asla sahip olamayacağını bilen kimseler, yakın gelecek için %50'yi vaadeden spermden birey var etme fikri konusunda genleriyle pazarlık edercesine "aşkın bir masal olduğu" savıyla ortaya çıkarlar. Genler bu pazarlığı sayısız yılca süregelmiş doğal işleyişin gerektirdiği üzere kabul edemez ve diğer %50'nin ait olduğu bir karşı cinsle birleşilip olabildiğince çok birey var edilmesi gerektiğini buyururlar. Bu asli amaç için örtülü biçimde kullandıkları yüzlerce yöntemden köklü ve en etkili olanı "aşk" ondan hiç aşağı kalır yanı olmayan düşünsel faaliyetlerin getirdiği kusurluluk haline ve bu halin yaratabileceği olası sapmalara karşı hormonal aktiviteler ve çağın tüm estetik araçlarını kullanarak fikri esir alma mevzusunda belirgin ve korkunç biçimde iş görmektedir. "%100 ben"e ulaşamadığı ve asla ulaşamayacağını bildiği için bir kadına kendi kadar aşık olamayan adam; genlerinin, ortalama 60 yıllık bir %100'dense yüzdesi nesiller sürdükçe düşecek ancak yaşayacağı yıl sayısı belirsiz halihazırda bir %50'nin oluşma ihtimalini bu denli diretmesinden, olanların tümünün hayatta kalması için açık yahut gizli biçimde planlanıyor oluşundan duyduğu rahatsızlık vesilesiyle, kendine karşı -derinden destekli- duyduğu hassasiyeti dahi bir kenara bıraktığında; aşk intihara her şeyden daha yakın hale gelir.

İntihar pazarlıksız bir biyolojik dayatmanın esiri olmayı reddeden insanın; oyunu -galibi olmaksızın sonlandırmak üzere sakladığı güçlü ve/fakat yararsız kozudur. Yağmur ormanlarında 100 yavru doğurup yalnızca 1'ini hayatta tutabilen yılanın, diğer 99 yavrusunun genleri adına intiharıyla, bireyin beyni adına intiharı arasında "bilinç" kayda değmeyecek kadar küçük bir farktır.

Sonradan gelen not: Kafam öyle kıyakmış ki o gün, tekrar okuyunca anladım, saçmalamışım büsbütün.

Bayrampaşa

Penceremiz otoparka bakar. En az 30 araba çeşit çeşit renklerde, vuruklu kırıklı, pasta cilalı, pitbull köpekli, 8-10 bin lira kiralı otopark, bilirsin. Karşıda 3-5 katlı dış cephesi türlü renklere boyalı garanti ki ufak bir depremde yerlere yatılı binalar. Tepelerinde Dolunay. Tümünden ayrı. Başlangıçlardan söz edelim dedi can sıkıntısı. Jamaican diyor mahallenin çocukları. Birileri ölmüş, bilmem kimin bilmem nesi şöyle böyle kalbi durup Hakk'ın rahmetine kavuşmuş. Dinleyip dinleyip ibret alıyor gençler. Gençler 15-16 yaşlarında. Duvarlara içli yazılar yazıyorlar. Şimdiden asker eğlencelerini planlamaya başlamış birçoğu. Davranışsal tutarlılıkta ise 25-26'lara kitlenmiş durumdalar. Okumak yok, adeta bir zaman kaybı, hayata geç başlamaya yol açan bir saçmalık. Anlamaya çalışmak gereksiz, fuzuli bir hareket Bayrampaşa'nın sokaklarında.

"Buraya çöp atanın..." yazılı duvarın dibine koyup 70'lik rakıyı, çöpmüş gibi gösteriyor göçmen sarı çocuk ki gelen geçen ayıplamasın "vay gündüz vakti rakı mı içiyor bizim oğlan?" tepkisiyle karşılaşmasın. Pratik ve direkt olarak çözüme yönelik tüm önlemler alınmış; alınmasa melanet, bir çeşit rezalet...

İnsanlar, sokaklarda gece yarıları olan biteni anlaşılır bulmaz ve toplu biçimde ayıplarken; gece yarıları sokaklarda olup bitenlerin kahramanları, insanların evlerinde yedikleri haltları nasıl kabul edilir ve racona uygun bulabilirlerdi? diye düşündüler. Aşk, var oluşu caddelere indiren tüm edebi  söylentileri, sokak edebiyatı diye söylenegelmiş evvelden beri zır zır zırıldanmış bütün gürültüleri alt sınıfa indirgemek görevini taşımak zorundaydı. Aşkın başka bir görevi yok gibiydi.

Bayrampaşa, anlaşılır bir kültürün, tavrın var oluşunu temsil etmek yerine çıkmaz sokakların imkansızlığını, çaresizliğini aktarabilirdi bu haliyle ancak.

Bir şiir diyorum.

"Bir şiir! diyorsun
Beyazdan söz eden.
Açığı çağrıştırıyor
Her anlamda açık...
Havayı, rengi, fikirleri
Temsil ediyor, anımsatıyor,
Davet ediyor;
Belki bir kadını bile."

Beyaz

Bir fikre tabi tüm organlar hep bir ağızdan söylüyorlar: Sadakat senin aşağılık kompleksin, senin bir orangutandan aşağı kalmana yol açan, yaşamsal faaliyetine sekte vuran, ferah bir varoluşa engel koyan cani. Sadakat senin en temelsiz sorumluluğun. Bir mantıkla bağdaştıramayacağın, doğal yollarla sağlamasını yapamayacağın; en düşük inancın, en aşağılık öğrenilmişliğin.

Uzak durmayı öğrenmelisin. Bir hareketleniş adına kişiliğini şekillendirmek, senin salt telafisiz yanlışındır.

Kara Yazı

"Beni daha çok sevin" dileğinin çocuklardaki temeli "olası bir seçim halinde beni yanınızda tutun çünkü ben yaşamak istiyorum"dur.

Yavaş giden arabada tekim, uzun yol gibi gidiyorum, ben sürüyorum ancak araba elli beşten yukarı basmıyor. Nasıl böyle öğrendim sürmeyi? diyorum kendime. Çünkü iyi sürüyorum. Dönmeyi, babamı çağırmayı, arabayı yolda bir yerlere park edip gitmeyi de düşünüyorum ama arabayı bu ıssız yerlerde bırakıp babama gitmekten alıkoyan yine babamdan korkum.

Hızlanmaz mı bu lanet Toyota? derken ayağımı frenden çekince hızlanıyor bir şeyler, hissediyorum. Ama çok da değil. Üstelik karşıdan da arabalar gelmeye başlıyor, hızlılar, hınzırlar. Yanımdan geçenler bile var, aman tanrım yol çift şeritli. Karşıdan gelenin bir tanesi, sollar gibi geliyor. Göz göre göre kafadan bana çarpıyor. Şimdi kaput paramparça.

Ne yapsam bilmiyorum. Adama küfrediyorum. Adam da bana. Yanında biri daha var, seçmek ne mümkün. Yüzünü, tavrını, bakışını... Bilemiyorum. Bildiğim ve bana çarpmasıyla ilgilendiğimin saçları dökük gibi. Orta yaşa yakınca, genç ve patlak gözleriyle çirkin olarak nitelenebilir gibi. Adam benle dalaşıyor, bak şu işe. İçimde korku, aşağılık kompleksimin yenmeye zorladığı korku. 2 kişiler, dayak kaçınılmaz gibi; ancak dövülmek pahasına sövmeliyim. Dayanılır gibi değil. Babamın arabası ve ben kaza yaptım, ötesinde ne kayda değebilir?

Derken yolun ortasından kenarına kontrafizik bir güçle sevk olmuş araç ve aracın içinde bana sövmekten gram düşüşe gitmemiş adam, emniyet kemeri bağlı, sıkışmış ve çözülemez halde. Açamıyor adam kemeri, veryansın ediyor, bağırmaya başlıyor...

Arabanın içindeyim, kemere sarılmış, kilidi çözmenin, Hugo'yu sevdiğine kavuşturmanın peşindeyim. Arabayı su basıyor. Nereden gelir bu su, nereye gider? Bir bilen çıksa ilk aksine giden kurban kesiyor. Kilidi çözmek üzereyim, sövücü boğulmak üzere. Kendini arka cama kavuşturuyor, arka cam açık yalnızca ve boynuna ulaşmış sudan kurtuluşu açık arka camın susuz bahara ulaşmasında. Kurtarıyorum adamı. Kurtuldu adam. Arkadaşının yüzü hala belirsiz. Kurtulduğu gibi özür ve teşekkür beklerken; kaldığı yerden devam ediyor sövüşlere. Sövüş ki ne sövüş. Ağza alınmayacak, düşmana söylenmeyecek bir sövüş. "Sen bekle burda!" deyip uzaklaşıyorum, yarım saniye ardına uyanıyorum.

Kara Toprak

"Görebileceğim bir yerde dur, nerede yoksan orası bana kapkara toprak."

                                                                                   Soner Sarıkabadayı


"Topraktan ayrılsam ey yar, nerde kalırım? Benim sadık yarim kara topraktır."

                                                                                               Aşık Veysel


Anlam ve ilham buluşur çağrışımda ve uyak doğar arkasından. Çağrışım ne kadar kuvvetli ve derinden gelirse, anlam o kadar var oluşu karşılayabilecektir. Bu derinliğin ölçütü, ilkellik ve içgüdüselliğin modernize edilişinde/süslenişinde ne denli başarılı olunabildiğidir. Hikayeler de doğadaki her madde ve düşünce gibi zamanın ruhuna sıkı sıkıya bağlıdır. Tüketim toplumlarında 2000'li yılların popüler müzik bestekarları kendilerini mizahi, enstrümental, edebi, felsefi ve ideolojik üretkenlik anlamlarında asgari doygunluğa erişmekte yeterli bulup kazanç konusunda azami başarıya ulaşmayı şiar edindikleri sürece; toprağın salt toprak olarak var oluşu, üretmeyi unutması amaç edinilen yeni nesiller için ancak bir olumsuzluk ifadesini çağrıştırabilecektir.

Evlenilecek Kadın ve Biz İkimiz

Bir gece yarısıydı, yine Aşağılık Kompleksim ve Ben. Oturuyoruz. Belli ki hakimiyet benim elimden onunkine geçmek üzere; çünkü yavaştan sıkılıyoruz. Birilerine bir şeyler kanıtlama telaşındayız. Belki de “Seni Yeneceğim İstanbul” diyen Murat Kekilli’nin postmodern bir kılığına bürünmek için hazırlanıyoruz.

Sırt sırta verdik, işe koyulduk.

Gardi’yi fesatlık ve içten pazarlıkla donattık ve kurabileceğimiz ölçüde, saat misali kurmakla başladık işe. Aşağılık mı Aşağılık Kompleks usta; bense ağır ergenliği sayesinde/yüzünden bir şeylerin ucundan tutabilmeyi başarmış ve bu ilkelliğe çırak olabilecek kadar yetkin bir ben anca. Şimdilik oluru bu. Aşağılık Kompleksim, bu geceki pişmanlıktan maksimum bir verim almak, dizginleri -cesaret mevzubahis olduğunda ön plana çıkan- hormonal faaliyetlerin eline vermek adına, o derinden gelen belirsiz sesiyle bana şöyle dedi “Bu telaşı dümdüz edecek formül belli kalfa, onbeş lira bul ve başlangıç seviyesi için düzeneği kur.”

Evde ikimizden başka kimse yoktu. Ramazan davulcusu ve onun Aşağılık Kompleksi uzaktan gelen hoş sese göre iyi geçiniyordu. Bu saatte ekonomik özgürlüğünü eline alamamış bir benin dileyeceği en son şey masraflı bir çıraklık olurdu. Dileyeceğim en son şey o gece de en önce kabul olandı.

50 tl para kışlıklardan birinin cebindeydi ve ustam A.K. evdeki her şeyin yerini az-çok benim kadar biliyordu. 50 lirayı kaptığım gibi evden fırladım. Çakmağı unuttuğumu söyledi ustam. Döndüm yukarı çıktım aldım. Tekel yolu uzun yol. Aslında yakın olan tekeller de var, Ramazangilin müslümanlar, o sıra her anlamda kapalıydı onlar. Lafı fazla uzatma, emin adımla yollan kalfa. O bana kalfa diyordu bense çırak hissedebildiğimde mertebemi yüksek biliyordum. Bunun sebebi de yine muhtemelen paradoksal olarak onun ta kendisiydi.

Biz bunları düşünür halde paslaşırken tekele vardık. Ustam A.K. günlük ve açık zihinli hallerimizde geride durmayı seven biriydi. Tekelcilerle sohbet boynubükük bir çırak olarak benim işim. Bir iki gırgır espri, tekelcinin gündelik dertleri ve ardından “uzatma, bakarsın kapanmadan yine gelmemiz gerekir. Al biraları, eve yollan.” dedi ustam olabildiğince derinden. “4 kırmızı tuborg alcam ben dayı.” Yol şimdi evin yolu.

Evdeyiz, odada. Ben müzik seviyorum, ustam sigara. Bu iki illetin birlikteliğini zorunlu emir-komuta ilişkimizi yumuşatan ve hatta taçlandıran bir ahenk sıfatında tanıyoruz. Müzik bitince ben, sigara bitince ustam asabileşiyor.

4 Kırmızı Tuborg’u tükettik. Ustam A.K. cep telefonunu zorla elime aldırdı. 4. kutunun son damlası tükendiğinde, artık uzak yakın onca kadın, ustam kaynaklı zora düşüşüme aracılığa hazır ve nazırdı. Benim bana kaldığım, vücudumuzu yönetirken dominant takıldığım nadide günlere kıyasla hepsi yanıma ne de yakın, yakışır ve dizimin dibine kıvrılmak ister gibiydi.

Ustam A.K. arada hatırlatır da çıkarır hafızamdan, bense hatırlamak istemezdim; ama o gece fikren ve ruhen yazıldığımız kafadan en az 7 kadın. Ustamın dili kuvvetli. Acıyla yoğrulmuşluğun hisli tavrı ve yanına adı üstünde aşağı bir kültürel çırpınış vardı. Benim şaşkınlıkla, ustamın umarsızlıkla karşıladığı 3’ünden cevap aldık. Hiçbiri ustama yaramadı. Onu besleyip mutlandırmadı.

Her şeyi seyrinde götürdüğümüze A.K.’den gizli saklı inandığım ve laf bu ya, evlenebileceğimizi öngördüğüm kadını ustam gözüne kestirdi. Listede oraya geldiğimde, iş görür parmaklarımı bir çırpıda sahiplendi. Bastı tuşa “yaz!” dedi. Emrivaki değil artık bu emrin ta kendisiydi. Yazdım, zorlanarak -ne söylediyse ustam- yanlışıyla doğrusuyla, teker teker yazmaya çalıştım.

Ertesi günün pişmanlığını düşünmeye koyulmuştum, hisseder gibi oldum ki işin benlik kısmı iyiden iyiye kapanmak üzereydi. O sıra ustam biraz duruldu. Ardından en derinden bulanık sesiyle “5!” dedi. “Tekel yoktur.” dedim. “Saat henüz 3!” dedi. “Gerçekten boşver.” dedim. “4’ten sonra güç.” dedi…

Öğlene doğru 12’de uyandım. Ustam A.K. henüz baygın. Sessizce doğruldum, telefonu elime aldım ve bir gözüm komodini kesti, boş kutu sayısının 6 olduğunu gördüm. Belli ki ustam benden sonra devam etmişti. Böyle gecelerin ardından zor uyanır, uyandığında kendini çabuk bulacağını iyi bilir ve bundan epey korkardı. Telefonun benden sonra kurcalandığı çok açıktı. Çünkü o an gördüklerimi ilk kez görüyordum. Mesajı okudum, bir ayrılık mesajıydı. Tek bir bahaneyi, en ufak bir hoşgörü talebini karşılamayacak kadar net yazılıydı. İşte evlenilecek kadından gelen şu mesajın ardı, gecenin geç saatlerinde Aşağılık Kompleksimi bir devama kalkışmadan bir başına yatağa yatırandı:

”Nereye varmak istiyorsun? Benden nefret ettiğini söyleyen biriyle ileriye dönük ne düşünebilirim? Eğer bu tavrın samimiyse, ki bu gördüğüm şu güne kadarki en samimi tavrın gibi, senle yaşadığımıza inandığım her şey bir yalandan ibaretmiş. Bunu öğrenmiş oldum. Açık sözlülüğün için sağ ol. Beni sakın bir daha arama, bunu aklından bile geçirme. Hoşça kal. Umarım gerçekten seveceğin birini bulur ve onunla mutlu olursun, sen ve o aptal gururun...”

"Orospu, bana da vereceksin."

Uzman psikolog yalnızca seansı tüketmekle ilgileniyor ve bunu karşısındakine hissettirmeden yapabilmenin yolunu açan soruları iyi bildiği için para kazanıyordu. Sağlığı ilk bakışta epey yerinde görünen hasta "prezervatif takmadığım gecelerde uyumadan önce çocuk ismi düşünürüm." dedi.

"O halde düzenli bir cinsel hayatınız var?" diye sordu doktor. Hasta "evet" dedi.

"Anlattıklarınız ışığında şunu söyleyebilirim, ımmm, buna biz obsesif kompülsif bozukluk deriz." diye devam etti doktor. Tüm içtenliğiyle, obsesyonun ne anlama geldiğini bilmeyen biriyle konuşuyor olmasını dileyerek.

"Onu biliyorum, o değil benimki."

Doktor bu bozukluğun yüzlerce çeşidi olduğundan ve buna onun karar veremeyeceğinden, mevzuyu çözümsüzlüğe götürüp iç huzurunu sağlama tekniğiyle eş yürür biçimde, bahsedecekken hasta ekledi:

"Orospulara verilmeyen değerin ana sebebi: Her erkeğin arzu ettiğinde sperm bırakabileceği kadar kolay bir hedef olmaları. Ulaşılması zor, pahalı ya da belirli bir prosedüre tabi; mesleki kariyer öyküsüyle süslenmiş ve bir yoldan legalize edilerek toplumsal önyargıları parçalayabilmiş olan orospular da en az evleneceğin kadın kadar pahalı ve zordur. Aslında yollar büsbütün farklı görünse de herkesin iş görürlük ışığında pazarlanacak tek bir yolu vardır. İşte sen de, tahmin ettiğim üzere, görüyorum ki legalize edilmiş bir porno yıldızı gibisin. Saat başına aldığın para ve çalıştığın bu özel hastanenin koridor fayanslarında kullanılan malzeme de bunu kanıtlar cinsten."

"Seansımızın süresi doldu; umarım başka bir gün yeniden görüşürüz, sizi dinlerim ve sorunlarımızı daha erişkin bir çerçevede paylaşır, dertleşiriz Abbas bey. İyi günler."

Gündüzlerin anlaşılmaz öyküsü

"Başlangıçta, görürken yanlış gördüler, duyarken duymadılar ama hayaletler gibi birbirlerine sokuldular.

Gündüzlerin anlaşılmaz öyküsünü anlatan rüyalarda... Şaşkına döndüler."

Aiskhylos - Zincire Vurulmuş Prometheus

Notlar

Erkeğin hallenişlerine karşı, kıvamında dengelenmiş edilgenlik,
dişilerde naz adını aldı.
Denge yittiğinde fazla naz, aşık usandırdı.
Ayrık görünenlerin tümü çeşitli yerden yola çıkıyor olsa da bütünü aynı sona vardı.

Bir şeylerin sonunu öngörmek mutlu etmedi,
bekleyişin kasvetini getirdi ve öngörüleni görüşleri çoğunlukla pahalıya patladı.

Aklı birkaç mevzu tabanında, gör ki öyle ustalıklı.

Akıl almaz nezaket ve saygı birse: o diyebilir ki Nezaret.

Hapis değil nezaret.
Çocukluğunda misafirlik adıyla kasılarak dahil olduğun onca dönme dolabı sanırdın ya
Hapis değil nezaret.

Bilinçaltı aşağıdan yukarı doğru aktı.
5 yaşımda ne öğrendim, hepsi bugün çıktı.

Aşk mı? Hangi takson?
:
Suni ve ahlaki olarak karşılığı var edilmek istenen saplantı;
içgüdüsel planlanan, henüz olgunlaşmamış, salt feminen bir arzu.

Biyolojiye inmemişin beyne düşen var oluş;
onun için ki intihar en üsturuplu yok oluş.

Bilgisayarın icadı, hayatta kalma içgüdüsü ve genlerin yok olduğunda kendileri olmadan da hücrelerinin birer kopyasını dünyada bırakabilme telaşına denk düşer.

Ölümü bilmez ve tanımazken ölümsüzlük derdine düşmüş, birbirine sıkıca sarılmış, ketum, korkak, tutucu ve kadrolaşmış genlerin teknolojik dünyadaki ilkel adımları, zorunlulukla, savruk gider.

Hücreler

Sarhoş olmamak bir yere kadar mümkün görünüyordu. Etanol ve kimyevi yapısının tümümüzü yürürken sendeletecek ölçüde tutarlı bir dayanağı ile dillere destan yaşatmışlığı vardı.

Yine de bir şeyler öğrenebilmek mümkündü. Telkin yoluyla var edilen, olağan yaşam formunun yüzde yirmi performansla çalışmasına kadar düşmüş, acz içinde bir alternatif karakter yaratmak; çocukluktan gençliğe geçiş döneminde, duvara diplenmiş yatak kenarı doğalgaz peteği dezavantajını bir iç mimari başarısına dönüştürme işiyle eş zamanlı ilerliyordu.

Bira kutuları petek kenarı kör boşluğa doldukça boşalıyor, kör boşluklar doldukça boşalanlar atılıyordu. Böyle evlerde kimyevi bileşenler ve onları tanıyan doktorların öngörüleri, altı metre ötede namaz kılan anne ve bir büyük oğlunu alkol-sigara beraberliğine kurban etmiş babanın olası kuşkuları kadar zihinsel sarhoşluk ve bulanmışlığa denk düşmüyordu.

Tetiklenen cesarete karşı korku kazanıyor, bu yolla tekel bayiler her zamankinden daha çok kazanıyordu. Çocuk kayıp cesaretine kavuşmak için ödediği dört lira yetmiş kuruşları saymayı zamansız bir eğlence haline getirmişti.

Bir gün hücreler; babanın kalbine yetemeyeceklerinden söz ettiler. Çocuk dinledi, kaşlarını çattı, dibine kadar hormonal, kontrolsüz bir coşku bütün vücudunu bir parmağın ucuna almıştı.

Kalp yetmezliği 'babayı almaya yakındı'
cesaret yetmezliği peşi sıra beş birayı kapmıştı.

Kırmızı Tuborg

Cine'ye çekeceğine hepsini sineye çekti... Eskişehir'de tekeller 1'de kapanır. Otobüs 1'de varır 2 bira içerim dedi. Otobüs 2'de vardı 1 bira içemedi.

Kendini fazla önemseyen insanlar realist filmleri sever diye düşündü. "Çünkü hayal ettikleri her şeyi yaşayabilmeyi de umarlar." Uçuşur gibiydi düşünceler; beynin kanalı çiftlenmişti. Altlı üstlü iki kanal ve boşluğa akan cümle, zaman zaman birbirine karıştı. Yekpare cümlenin başı Mahsuni'den, fazla ritmik bir türkü; ardı faturalardan, son 5 günleri kaldığını söyleyen elektrik idaresinin uyarı kağıdıydı.

Başka şeylerden konuşalım dedi. Kadın geride olmak zorundadır diye vurucu bir şeylerden söz açtı. Otoriteden, gelenekten, rastgelelik ve devletlerden konuştu. Bunların her cinsin başına bela olduğundan ama kadınlara beraberinde edilgenlik ve cinsiyet içi savaşın yükünü taşıma zorunluluğunun ağır geldiğinden.

Kimsenin pek dinlediği yoktu. Anlatıcı ve öğretici bir tavır takınmadı. Konudan konuya atlıyordu. "Meyhaneler öyle kötü değil" deyip birleşen doğamızın ani kontrol dışına çıkışlarının meyhanelere kötülük yaydığını savundu.

Saat 3 civarı, iyiden iyiye kafası karıştı. "Temel bir davranışın eksikliği yadırganır" dedi. Devamını beklediler. "Şpagat açamayan adamı kimse yadırgamaz; bu karşılıklı yardımlaşmanın gereğine kanıttır." diye örnekledi.

Gerçeğin karelere sıkıştırılamayacağından, küçük çocukların aşkı bilmediğinden, yaşlılarınsa ilgilenmediğinden; aynı şekilde küçük çocukların seksi bilmediğinden, yaşlıların da yine ilgilenmediğinden söz açtı... "Nereye varır bu cümle böyle" bakışı, dinlemeye başlayanların pişmanlığını fark ettiriyordu. Alkol etkisi kimini bir anarşist kimini çalçene yapıyordu.

Devam etti; "Aşk sperm bırakabildikçe vardır; üstüne anlatılan ne varsa, bunun dışında, teferruat, bir çeşit safsatadır."

Önceki gece 2 bira içebilse, otobüs arızalanmaktan eksik kalsa, burada olmayacaktı. Burda olmaktan memnun olup olmadığının kararını vermeyi ayılacağı sabaha bıraktı. Demek ki; kusma zamanı henüz gelmemişti. Bir şeyleri sonraya bırakabilme işi onun için sabır ve disiplinin en nadide örnekleriydi. Bu çok özel işi yalnızca "sigarayı bırakma kararını sonraya bırakmak" konusunda yerine getirmişti.

Yedinci birayla beraber bir çağ kapanıp yenisi açıldı. Artık porno kültürü üzerine konuşmanın vakti gelmişti. Doktor-hasta, Öğretmen-öğrenci, Patron-işçi fantezisiyle ereksiyon sağlayan videolardan söz etti. İnsanların bu çeşit videoları tuttuğunu, bunun bir sebebi olduğunu falan söyleyip aforizma kokusunu tüm masaya saldı.

"Kişinin beraber üreme ihtimalinin sınırlandırıldığı gruba duyduğu arzu; modern hayatta fantezi adını alır." deyip arkalarda kalmış arkadaşlarını önlere çağırdı.

Fantezi kelimesinin geniş çaplı göründüğünü ama aslında her anlamın ince bağlarla birbirine bağlı olduğunu; hayat şartlarının zor olduğu yerlerdeki insanların villaları arzulamasından, villalarda yalnızlık çekenlerin fantezilerinde gecekonduları yaşatmasından, özünde bunların insanın dünyanın tümünde bulunabilme telaşından, tümevarımla hayatta kalma mücadelesinden söz ettiğini anlatarak açıkladı. Bunları Esenler Karabayır'da minibüste düşündüğünü ve o gün vergi dairesinde bir buçuk saat geçirdiğini, bir alkoliğin gerçekliğindeki çarprazlığı kanıtlarcasına ekledi.

Oturdukları yerde Aşık Veysel'den Kara Toprak çalmaya başladı. Türkünün 8 dakikalık kendini tekrar etmeme hakkı vardı. O, dinleyip bir alkolik gibi eşlik etmek yerine; türkünün Tarkan versiyonunu düşüncenin ikinci kanalına yerleştirip Veysel'le karıştırdı. Gecenin bitmesi gerektiğini bununla fark etti. Gece, az bir zamanın ardından sabah namazıyla alkoliklere yatağın yolunu gösterdi.

Deneysel bir sevgi seli.

Bir kere olsun cüzdanını kaybedeceği, doğacak gün kadar kesindi. Yalnızca doğumlar kadar sıkıcı bir rutinliğe bağlı değildi.

Hareketler temelde çok aynı diye düşündü; cüzdanını kaybetmenin tarifsiz derdiyle. Makineleşme sorununu bu tümevarımla savuşturdu. İçini rahatlattı.


O çok zorlandığı günlerden biriydi.
Bir deney yapmayı kafasına koydu. İşler ne şiddette nereye varır henüz belli değildi. Bir kızı, kendine yalan söylemekten utanmayacağı raddeye kadar, kandırmakla başladı işe. Dolaptaki bira, olanı dillendirmeye yetmedi. Tekelciyle uzun ve zoraki sohbetler hemen o akşam başlamalıydı.

Bir paket sigara ve yeteri kadar birayla deney şekillendi...

1.gün:

Mesaj yazıldı. Naftalin kokusundan bahsediyordu, üstü kapalı onca anlam, çözülmemesi için korkakca dolanbaçlı yollara sokulmuş türlü metafor.

2.gün:

Yazılanlar tartıldı. Beklemekle geçti gecesi, onca düşünce heba oldu, bir teki yazıya dökülmedi. Bir şeylerin yanlış gittiği konusunda korkak tarafıyla hemfikirdi.

3.gün:

Kafasında bir film sahnesi canlandı: "Birkaç yıllık çekingenlik ve imkansızlığa katılan aşırılığın tasviri olarak; sabaha karşı 5 civarı, otogarda samimi bir hoş geldin öpücüğü, dudaktan. Ne kadar yavansa alacakaranlığın karşılığı; o kadar ironiktir ilk, büyük ve küstah adım." diye düşündü, altıncı birayı halıya döktü.

4.gün:

Biralar, maddi hasar mefhumuyla iyiden iyiye kaynaştı. İşler artık Kropotkin ekşiliğinde bir monologun tadını taşıyordu. Beraber üreme olasılığının sekteye uğratıldığı bir an, modern hayatın tüketim araçları arasında 'arzu' adını aldı. Kendisini bu kadar düşünmeye sevk eden kıza deney sırasında aşık oldu.

Son gün:

Anne kadar güzel bir kız üstüne düşünmek; alkol etkisini beslemiyordu. Yaşam koşullarının zorlaştığı yerlerde insanlar villaları, villalarda yalnızlık çekenler; fantezilerinde gecekonduları yaşatıyordu. Hepsi bir olduğunda; kapılar, kalbi atanın evrenin tümünde var olabilme telaşına çıkıyordu.

Son günün geceye yaklaştığına ve elektrik direklerinin aydınlatma tereddütüne şahit olmadan önce, bütün bu duygusal anların ortak adına; tümevarımla hayatta kalma mücadelesi diyebileceğini fark etti, Esenler Karabayır'da.

96.4

Cem Radyo'da klasik müzik çalınan bir sabahtı. O kadar sabahtı yani henüz. Namaza kalkacaktı annelerin bazısı, bazısı parkta açma yiyecekti eşofmanlı komşularla.

Anneler sık sık toplanırdı ama akılları bir araya ancak annelikte toplanırdı. 


Onun uyumaya çalıştığı saatler esrarın, 
onun esrarsız kaldığı saatler uykunundu. 

Birleştirici annelikler çoktan uzağa düşmüş, 
bilmediği frekanslar klişesine dönüşmüştü. 

Annelik kurumunun uykusuzluk ve esrara eş zamanlı öğrenilmiş savaşı klişeleştirilen frekanslara ezelden beri kapalıydı.

Bir şeyleri tanımlarken gecikiyordu; çünkü ebeveynlerinin 40 yaşlarında kapıyı kapatması, nesil kaybına maruz ve beşinci olması, doğruları dinleyerek değil gözleyerek öğrenmesine yol açmıştı.

Belki de bu yüzden; tanımı geç, zihni bulanık, önüyse zamansal kesinliğin iki yüzünde de karanlıktı.