Beyaz

Bir fikre tabi tüm organlar hep bir ağızdan söylüyorlar: Sadakat senin aşağılık kompleksin, senin bir orangutandan aşağı kalmana yol açan, yaşamsal faaliyetine sekte vuran, ferah bir varoluşa engel koyan cani. Sadakat senin en temelsiz sorumluluğun. Bir mantıkla bağdaştıramayacağın, doğal yollarla sağlamasını yapamayacağın; en düşük inancın, en aşağılık öğrenilmişliğin.

Uzak durmayı öğrenmelisin. Bir hareketleniş adına kişiliğini şekillendirmek, senin salt telafisiz yanlışındır.

Kara Yazı

"Beni daha çok sevin" dileğinin çocuklardaki temeli "olası bir seçim halinde beni yanınızda tutun çünkü ben yaşamak istiyorum"dur.

Yavaş giden arabada tekim, uzun yol gibi gidiyorum, ben sürüyorum ancak araba elli beşten yukarı basmıyor. Nasıl böyle öğrendim sürmeyi? diyorum kendime. Çünkü iyi sürüyorum. Dönmeyi, babamı çağırmayı, arabayı yolda bir yerlere park edip gitmeyi de düşünüyorum ama arabayı bu ıssız yerlerde bırakıp babama gitmekten alıkoyan yine babamdan korkum.

Hızlanmaz mı bu lanet Toyota? derken ayağımı frenden çekince hızlanıyor bir şeyler, hissediyorum. Ama çok da değil. Üstelik karşıdan da arabalar gelmeye başlıyor, hızlılar, hınzırlar. Yanımdan geçenler bile var, aman tanrım yol çift şeritli. Karşıdan gelenin bir tanesi, sollar gibi geliyor. Göz göre göre kafadan bana çarpıyor. Şimdi kaput paramparça.

Ne yapsam bilmiyorum. Adama küfrediyorum. Adam da bana. Yanında biri daha var, seçmek ne mümkün. Yüzünü, tavrını, bakışını... Bilemiyorum. Bildiğim ve bana çarpmasıyla ilgilendiğimin saçları dökük gibi. Orta yaşa yakınca, genç ve patlak gözleriyle çirkin olarak nitelenebilir gibi. Adam benle dalaşıyor, bak şu işe. İçimde korku, aşağılık kompleksimin yenmeye zorladığı korku. 2 kişiler, dayak kaçınılmaz gibi; ancak dövülmek pahasına sövmeliyim. Dayanılır gibi değil. Babamın arabası ve ben kaza yaptım, ötesinde ne kayda değebilir?

Derken yolun ortasından kenarına kontrafizik bir güçle sevk olmuş araç ve aracın içinde bana sövmekten gram düşüşe gitmemiş adam, emniyet kemeri bağlı, sıkışmış ve çözülemez halde. Açamıyor adam kemeri, veryansın ediyor, bağırmaya başlıyor...

Arabanın içindeyim, kemere sarılmış, kilidi çözmenin, Hugo'yu sevdiğine kavuşturmanın peşindeyim. Arabayı su basıyor. Nereden gelir bu su, nereye gider? Bir bilen çıksa ilk aksine giden kurban kesiyor. Kilidi çözmek üzereyim, sövücü boğulmak üzere. Kendini arka cama kavuşturuyor, arka cam açık yalnızca ve boynuna ulaşmış sudan kurtuluşu açık arka camın susuz bahara ulaşmasında. Kurtarıyorum adamı. Kurtuldu adam. Arkadaşının yüzü hala belirsiz. Kurtulduğu gibi özür ve teşekkür beklerken; kaldığı yerden devam ediyor sövüşlere. Sövüş ki ne sövüş. Ağza alınmayacak, düşmana söylenmeyecek bir sövüş. "Sen bekle burda!" deyip uzaklaşıyorum, yarım saniye ardına uyanıyorum.

Kara Toprak

"Görebileceğim bir yerde dur, nerede yoksan orası bana kapkara toprak."

                                                                                   Soner Sarıkabadayı


"Topraktan ayrılsam ey yar, nerde kalırım? Benim sadık yarim kara topraktır."

                                                                                               Aşık Veysel


Anlam ve ilham buluşur çağrışımda ve uyak doğar arkasından. Çağrışım ne kadar kuvvetli ve derinden gelirse, anlam o kadar var oluşu karşılayabilecektir. Bu derinliğin ölçütü, ilkellik ve içgüdüselliğin modernize edilişinde/süslenişinde ne denli başarılı olunabildiğidir. Hikayeler de doğadaki her madde ve düşünce gibi zamanın ruhuna sıkı sıkıya bağlıdır. Tüketim toplumlarında 2000'li yılların popüler müzik bestekarları kendilerini mizahi, enstrümental, edebi, felsefi ve ideolojik üretkenlik anlamlarında asgari doygunluğa erişmekte yeterli bulup kazanç konusunda azami başarıya ulaşmayı şiar edindikleri sürece; toprağın salt toprak olarak var oluşu, üretmeyi unutması amaç edinilen yeni nesiller için ancak bir olumsuzluk ifadesini çağrıştırabilecektir.